CONSERVATION OF URBAN SPACE AS AN ONTOLOGICAL PROBLEM
Journal Name:
- Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dergisi
Keywords (Original Language):
Author Name |
---|
Abstract (2. Language):
The objects of conservation are known in the western languages by such
epistemologies as heritage, historical building, monument, site, or beauty.
Such a terminology exists in Turkish too, however, either consciously or
unconsciously, legislation in Turkey rests on the notion of natural and
cultural beings (tabiat ve kültür varlıkları). In spite of such a sophisticated
definition, and that Turkey has a well developed legislation concerning
conservation; it is hard to say that the society as a whole finds the
phenomenon appropriate.
To further this argument, this paper will not concentrate on the more
popular topics of architectural heritage or inheritance, monuments,
authenticity, cultural identity, aesthetics, natural environment, or
archaeology, or their legislation, but will interrogate the place of
conservation as a form of reproduction of urban space, and an element of
the existence of the human being. While the former concept is borrowed
from both urban ecology discourse of the Chicago School and Marxist
interpretation of reproduction of urban space, the latter is considered as an
argument as to the perpetuation of the human being. It is in this framework
that conservation is based on ontology, which is defined as ‘the theory of
being’. Whether the human being’s interest in its past and the environment
it is living in is just an intellectual effort or a more vital question concerning
its being shall be the concerns of the following discussion on conservation.
Bookmark/Search this post with
Abstract (Original Language):
Korumanın bir çok tanımı bilgi kuramından yola çıkmakta ve miras, anıt,
tarihi yapı gibi deyimlerle konuya yaklaşmaktadırlar. Ondokuzuncu
yüzyılda estetik kaygılarla başlayan korumanın boyutları günümüzde
genişlemiş ve toplumsal bellek ve yer kavramlarıyla tanımlanan, bireyin
yaşamına dair her şeye ilişkin bir olguya dönüşmüştür. Bu durumda
bilgi kuramı yetersiz kalmaktadır. Bu çalışma konuya bir başka açıdan
bakmakta ve varlık bilimini korumanın bağlamı olarak yorumlamaktadır.
İnsanın en büyük kültür ürünü olduğu söylenen kentler sürekli olarak
eskiden varolanla varolacak olanı içlerinde barındırırlar. Bu bağlamda
iktisadi yapının getirdiği devingen büyüme süreçleri ile kullanımlardaki
çeşitlenme, sosyal yapının getirdiği kentteki sınıfların hareketliliği kenti
sürekli olarak bir çatışma alanına dönüştürür. Bu çatışma içinde kent
kendini yeniden üretir.
Chicago kent sosyolojisi okulunun 1920’lerden başlayarak geliştirdiği
kentin gelişmesi ve kendini yenilemesine ilişkin ‘kentsel ekoloji’ yaklaşımı
kenti bir organizma olarak görür ve bir kenti oluşturan ve yeniden
oluşturan süreçleri inceler. İlk sürece bağlı olarak kentler önce merkezde
yoğunlaşmakta ve yapılaşmış alanlarını oluşturmaktadırlar (centralization).
Daha sonra her kentin yaşamında kimi zaman merkezden çepere
doğru gelişmeler yaşanmakta (decentralization), burada bazı eşiklerle
karşılaşıldığında yeniden merkezde yoğunlaşma istemi ortaya çıkmaktadır.
Kent çepere doğru büyüdüğünde merkezdeki eski dokular terk edilmekte,
terk ve işgal (succession-invasion) olarak bilinen ikinci süreç oluşmaktadır.
Bu durumda kimi kullanım ya da sosyal gruplar zaman içinde değişen
koşullara bağlı olarak bir bölgeyi terk etmekte, daha alt düzeydeki
kullanım ve gruplar o yöreyi işgal etmektedir. Özellikle kentlerin çepere
doğru yayıldığı dönemlerde oluşan bu durumlarda, eskiden prestiji
olan yerler çöküntü bölgelerine dönüşmekte ve korumanın kentsel
dokudaki konusunu oluşturan tarihsel ve değerli yapılar çöküntü sürecine
girmektedirler. Sonraki dönemde ise, kent yeniden merkeze yöneldiğinde,
bu kez korumanın konusunu oluşturan binaların bulunduğu yerlerde
arazinin getirisi yükselmekte ve bu tür yapılar yıkılarak yerlerine yeni
yapılar inşa edilebilmektedir.
Kentsel ekolojinin kenti bir organizma olarak görmesine karşı çıkan
Marksçı düşünürler ise, kentin bir organizma olmadığını, bir siyasi çatışma
alanı olduğunu savlayarak, sınıfların ve devletin müdahaleleriyle kentin
üretildiğini ve yeniden üretildiğini vurgulamışlardır. Yukarda açıklanan
süreçler içinde çok sayıda ve farklı nitelikte siyasa devreye sokulmuştur.
Bir kentin durağan olmadığına ve kendini yeniden üretmesi gereğine
değinilmişti. Kuşkusuz kentlerin belirli yörelerinde değişim ve dönüşümler
de olacaktır. Ancak, anılan siyasaların çoğu salt çöküntü bölgeleri için
kullanılmamış, toplumsal belleği oluşturan, orada-varlığın deneyimlediği
değerleri de yok etmiştir. Çalışmada yazar, kendi meslek deneyimi ile
okumalarına bağlı olarak kentlerin yeniden üretim süreçlerine ilişkin
uygulama ya da kuramsal çerçeveleri, varlığın sürdürülmesi olarak
tanımladığı koruma olgusu ile ilintilendirerek irdelemiştir.
Koruma kentlerin yeniden üretilmesinde başvurulan olgulardan bir
tanesini oluşturmaktadır. Salt teknik süreç olarak yorumlandığında bilgi
kuramının mantığı devreye girmekte ve niçin, neyi, nasıl koruyacağımızın
yanıtları gereksinim, işlev, kamusal alan, bezeme, kültür mirası ve kişilik
gibi daha kolay yanıtlayabileceğimiz noktalarında yoğunlaşmaktadır.
Sonuçta nesneler dünyası ile uğraştığımız da bir gerçekliktir. Ancak
bu yaklaşımlar yeterli midir? Varlıkbilim bunları yetersiz görmekte
ve temel tartışmanın nesnelerin varoluşunda yattığını savlamaktadır.
Heidegger’in deyişiyle ‘hakkında konuştuğumuz, anlam yüklediğimiz
ve ilintilendirdiğimiz her şey varlığa aittir’. Dolayısıyla varlık, hem
kendimizdir, hem de hakkında yorum yaptığımız, anlamlar yüklediğimiz
dışımızdaki nesnelerdir. Bu bütünlük, yinelemek gerekirse; “şeylerin
nesnel mevcudiyetinde, gerçeklikte, sürdürülebirlikte, geçerlilikte,
varoluşta (Da-Sein), ve orada varolmakta aranmalıdır” (Heidegger 1996, 5).
Bu bağlamda doğal ve kültürel varlıkların korunması, temelde kendi
varlığımızın da korunması anlamına gelmektedir. Korumanın konusu
olan nesneler kendi başlarına düşünüldüğünde yalnızca vardır, ‘Orada-
Varlık’ın ise dünyası vardır. Koruma bu bağlamda düşünüldüğünde
ve toplum tarafından benimsendiğinde başarılı olabilmektedir.
Bireye, çevresindeki nesnelerle bir bütün olduğunda kendi varlığını
sürdürebileceği bilinci aşılanmalıdır.
Toplumsal koşullanmalarımız ve eğitim sistemlerimiz insanın kendi
varlığına eğilmiyor. Ya bilgi kuramının koşullanmaları, ya da salt pratik
bilgi bireyde kendi varlığına karşı yabancılaşmaya ve kafa karışıklığına
neden olmaktadır. Bu çerçevede yazar, orada-varlığa (Da-Sein) bir nitelik
daha eklenmesi gerektiğini düşünmektedir. Bu da korunacak doğa ve
kültür varlıklarına sahip çıkmaktır.
Koruma söylemi uzun dönem aydınların denetiminde kalmış, korunacak
nesnenin kendisinden çok üzerinde bulunduğu yerin getirisi ön plana
çıkmıştır. Korunacak nesnenin kendisi, gerçek varlığı, bir yaşamı sürdürme
öğesi olduğunda birey o nesneyle kendi varlığını bütünleştirmekte ve
koruma bilinci gelişebilmektedir. Nasıl ki kamu bilinci ve tıp bilimi,
bireylerin yok edilmeleri değil, sonuna kadar varlıklarının sürdürülmesi
üzerine kurgulanmıştır, koruma da bu yönüyle algılanmalı ve çevre ahlâkı
açısından da insanın içinde bulunduğu doğa ile kendi ürettiği saygın
kültür varlıklarını yok etmesinin kendi varlığını da yok edeceği bilinciyle
donatılmalıdır.
FULL TEXT (PDF):
- 1
123-156