Journal Name:
- Kaygı: Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi
Author Name | University of Author | Faculty of Author |
---|---|---|
Bookmark/Search this post with
Abstract (Original Language):
FOUCAULT, Michel. Surveiller et Punir, Naissance de la Prison (Hapishanenin
Doğuşu), Çev.: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, Ankara: 1992.
Foucault, iki tür kitap yazdığını ifade eder. Biri, Kelimeler ve Şeyler gibi
yalnızca bilimsel düşünceye; diğeri, Hapishanenin Doğuşu gibi toplumsal ilke ve
kurumlara dairdir. Ona göre bilim tarihi, toplumsal duyarlılıkla aynı şekilde gelişmez.
Düşüncenin, bilimsel bir söylem olarak kabul edilmesi için, belirli ölçütlere uyması
gerekir. Hapishanenin Doğuşunda, metinler, uygulamalar ve insanlar birbirlerine karşı
mücadele etmektedir.1
Foucault, Hapishanenin Doğuşu kitabının başında Damiens adlı bir mahkumun
cezasının infazını ayrıntılı olarak anlatır. Mahkûmun, suçunu herkesin önünde itiraf
etmesi gerekmektedir. Mahkûma uygulanan işkence ayrıntılı bir şekilde tasvir edilir.
Burada, mahkûma yapılan işkenceyi izleyenler, kendilerini, seyretmenin zevkine
varırlarken, mahkûm sadece Tanrıya yakarmaktadır. Kral, Kanlı bir gösteri halini alan
bu durumda mahkûmun bedeni üzerinde uygulanacak şiddet aracılığıyla iktidarını orada
bulunan herkese gösterir. “İşkence edilerek sorgulanan beden, suçun uygulama noktası
ve aynı zamanda hakikatin çekilip çıkarıldığı yerdir”. Foucault’ya göre, adli işkence
siyasal ve ayinsel çerçeve olarak da anlaşılmalıdır. İşkence, iktidarın kendini dışa
vurduğu törenler arasında yer almaktadır. Acı çektirme adaleti yerine getirmekte ve
iktidarı yeniden işler kılmaktadır. Bu törensel uygulamayla, yasaya iktidarını veren güç
ilişkisi ortaya çıkar. Foucault’ya göre, halkın önünde gerçekleştirilen bu infazda iki güç
vardır. Bunlardan biri mücadele diğeri ise zaferdir. Buradaki törensel uygulamada
suçluyla kral arasında sonu önceden belli olan bir savaş son bulur. Hükümdar bu şekilde
güçsüz duruma düşürdükleri üzerinden kendi iktidarını açığa vurur. Bunu yapması
gerekir, yoksa iktidarını ayakta tutamaz. Burada göze çarpan en önemli şey güçler
arasında varolan dengesizliktir. Güçlü güçsüz kıldığı kişinin bedeni üzerinde mutlak
hâkimiyete ve sonsuz tasarruf hakkına sahiptir. Foucault, kralın adaletinin kendini
silahlı bir adalet olarak gösterdiğini belirterek, suçluyu cezalandıran kılıcın aynı
zamanda düşmanları yok eden kılıç olduğunu söyler. Burada kılıçla ifade edilen kralın
adaleti, aynı zamanda onun sonsuz iktidarıdır. Cezanın uygulayıcısı olan cellât da, yalnızca yasayı uygulayan kişi değil, aynı zamanda gücü sergileyen kişidir. O,
mahkûma uygulanan şiddetin aktörü konumundadır.
Foucault’nun anlatımında tutuklunun kırbaçlanması ve parçalanıp dörde
bölünmesi en ufak ayrıntısına kadar ürpertici bir biçimde anlatılır. Burada, kan ve
fiziksel vahşetten alınan hazzı hissetmek mümkündür. İnsanların yaşananları bilmeleri
yetmez, kendi gözleriyle görmeleri, tanık olmaları gerekir; bu şekilde onlar kralın
iktidarından korkarlar. Foucault’nun kurguladığı sahne bize, eskiden doğrudan bir
biçimde ve kabaca icra edilen toplumsal gözetimin aslında on sekizinci yüzyıldan
itibaren daha ölçülü bir hale getirilmediğini söylemektedir. Aslında bu denetimin, okul,
hastane ve hapishanelerde genel olarak psikolojik disiplin araçları aracılığıyla daha
yaygın ve daha sinsi bir hal aldığı görülür. Bu yeni gözetim, eskisinden çok daha
kötüdür ama bunun sebebi iktidarı daimileştirmesi ya da bir gruptan ziyade bir diğer
grup tarafından icra edilmesi değil, beden üzerinde çıplak gözle görülebilecek izler
bırakmaktansa, ruhun derinliklerine işlemesidir.2
Öte yandan, mahkumun infazının törensel olarak gerçekleştirildiği bu
canlandırma sistemine sonraları gösterilen tepkilere bağlı olarak ceza alanında reformlar
yapılmıştır. Mahkum artık yok edilmemekte, kapatılarak ıslah edilmektedir. Bu
bağlamda, kapatma, hapsetme eylemiyle birlikte yeni bir kurumun ortaya çıktığı
görülmektedir. Bu kurum da hapishane(ler)dir. Buna göre, ceza teorilerinin tartışıldığı
bir ortamda disiplinci bir iktidarın hüküm sürmesi, hapishanelerin doğmasına zemin
hazırlamıştır. Bununla birlikte, modern bir kapatılma kurumu olan hapishane çok hızlı
bir şekilde gelişmiş, çok çeşitli modellerle geliştirilmiş ve kapatma oldukça kapsamlı bir
hal almıştır. Hapishane, Ortaçağdaki hücrelerden ve hapishane benzeri kapatma
yerlerinden çok farklıdır. Çünkü hücrelerde ve diğer kapatma yerlerinde mahkûm,
cezası infaz edilinceye ya da fidyesi ödenip serbest bırakılıncaya kadar kalırken, modern
hapishanede mahkumun disipline edilmesi ve ıslahı görülür. Foucault hapishanenin on
dokuzuncu yüzyılın başında ortaya çıktığını belirtir. Foucault, bu dönemde, artık yeni
bir bilgi türünün ve buna bağlı olarak yeni bir iktidar biçiminin ortaya çıktığını belirtir.
Ortaçağda düzenlenmiş olan adalete devletin el koyması biçimindeki bir soruşturma
biçimine karşıt olarak, tamamen farklı türde yeni bir bilgi, bireylerin yaşamları boyunca
denetlenmesi yoluyla norm etrafında düzenlenen bir gözetleme, inceleme bilgisi söz
konusudur. Foucault bunun iktidarın temeli olduğunu söyler. Örneğin soruşturmada
olduğu gibi, gözlemenin büyük bilimlerine değil, onun “insan bilimleri” diye
adlandırdığı psikiyatriye, psikolojiye, sosyolojiye vs. yer verecek bilgi-iktidar biçimidir.
Bununla birlikte, hapishanelerde iktidarın gizlenmediği, kendini maskelemediği, en
küçük ayrıntılara kadar vardırılmış bir zorbalık görülür.
Foucault süreç içerisinde değişim geçiren modern hapishane sisteminin geldiği
son nokta olarak Bentham’ın Panoptikon’unu gösterir. Ona göre, Bentham’ın düşü olan
ve bir kişinin herkesi gözetleyebileceği Panoptikon, özünde, burjuvazinin düşü ya da
düşlerinden biridir. Bununla birlikte burjuvazi bu düşü, belki Bentham’ın önerdiği
mimari yapı biçiminde olmasa da, gerçekleştirmiştir. Bentham’ın Panoptikon’u mimari
bir biçim olmakla birlikte, özellikle bir yönetim biçimi olarak ortaya çıkmaktadır.
Bentham’a göre, Panoptikon, “zihin için zihin üzerinde iktidar uygulama biçimidir.”
Foucault, Bentham’ın Panoptikon ile iktidarın uygulama biçimlerinin bir tanımını
verdiğini düşünmektedir. Öte yandan, Panoptikon’la birlikte soruşturmanın yerini, artık gözetleme ve
inceleme almıştır. Şimdi, temel özelliği bir şeyin olup olmadığını belirlemek değil;
bireyin gerektiği gibi davranıp davranmadığını, kurala uygun olup olmadığını, gelişme
gösterip göstermediğini belirlemek olan bir bilgi söz konusudur. Bu yeni bilginin
etrafında düzenlendiği sorular, “Bu oldu mu? Kim yaptı?” değildir. Bu yeni bilgi, artık,
mevcudiyet ya da mevcut olmama, varlık ya da yokluk terimleriyle düzenlenmez; norm
etrafında, normal olanla olmayan, doğru olanla olamayan, yapılması gerekenle
gerekmeyen terimleriyle düzenlenir.
Foucault, günümüzde, fabrika, hastane, hapishane gibi kurumların amacının,
bireyleri dışlamak değil, sabitleyerek sisteme dâhil etmek olduğunu belirtir. Örneğin,
fabrika bireyleri dışlamamakta, onları bir üretim aygıtına bağlamaktadır. Okul ise,
bireyleri, kapatırken bile dışlamamakta, onları bir bilgi aktarım aygıtına bağlamaktadır.
Hastane (ve tımarhane), bireyleri dışlamamakta, onları bir ıslah aygıtına, bireyleri
normalleştirme aygıtına bağlamaktadır. Islahevi veya hapishane de bu tür bir yapıya
sahiptir. Foucault’ya göre, bu kurumların oluşturulmasının sonuçları bireylerin
dışlanması olsa da, ilk amaçları bireyleri bir normalleştirme aygıtına bağlamaktır.
Fabrika, okul, hapishane ya da hastaneler bireyi bir üretim sürecine, bir üretici
oluşturma ya da ıslah etme sürecine bağlayarak, belirli bir norm çerçevesinde üretimi ya
da üreticileri garanti eder. Bu şekilde, bireyleri toplumsal çerçeveden dışlayan on
sekizinci yüzyıl tecridinin karşısına, bireyleri üreticilerin üretim, formasyon ya da ıslah
aygıtlarına bağlama işlevi olan ve on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan tecrit
konmaktadır. Burada, dışlama yoluyla bir içerme söz konusudur. Foucault’ya göre,
“panoptizm”, yaşadığımız toplumun belirgin özelliklerinden biridir. Burada, kişisel ve
sürekli bir gözetim biçimi vardır. Uygulanan denetim, cezalandırma, ödüllendirme ve
ıslah biçimi, yani bireylerin bazı kurallara göre dönüştürülmesi ve şekillendirilmesi
biçimi altında bireylere uygulanan bir iktidar biçimi söz konusudur.
Bu bağlamda, Foucault’ya göre, La Mettrie’nin makine-insan’ı hem ruhun
maddeci bir indirgenişi, hem de genel bir terbiye etme teorisiydi; bunların merkezinde,
çözümlenebilir bedene, yoğrulabilir bedeni ekleyen “itaatkârlık” kavramı hüküm sürer.
Foucault, tabi kılınabilen, kullanılabilen ve geliştirilebilen bir bedenin itaatkâr bir beden
olduğuna dikkati çeker. Foucault için disiplin, bedenin iktidarını çözmektedir. O
bedenin yeni iktidar mekanizmalarının hedefi haline gelirken, kendini yeni bilgi
biçimlerine sunduğunu göstermeye çalışır. Disiplinlerin hiyerarşik hale getirilmiş olan
gözetimi içindeki iktidar, bir nesne gibi elde tutulmakta, bir mülkiyet gibi aktarılmakta;
bir makineler bütünü gibi de çalışmaktadır. Foucault, disiplinin bireyi ürettiğini söyler.
Disiplin, bireyleri kendine hem nesne olarak, hem de icraatının aracı olarak veren
iktidara özgü bir teknik olarak görünür. Öte yandan, disipline dayalı iktidarın başarısı,
hiyerarşik bir bakış, normalleştirici bir yaptırım, bunların birleşmesi ve bu birleşmenin
hayat bulmasıdır. Bu bağlamda Foucault, hiyerarşik gözlemevlerinin askeri bir kampa
benzediğini söyler. Disipline dayalı bir aygıt, tek bir bakışla her şeyi sürekli olarak
görmeye olanak verecektir. “Merkezi bir nokta aynı anda hem her şeyi aydınlatan
ışıkların kaynağı, hem de bilinmesi gereken her şeyin yoğunlaşma yeri olacaktır”.
Foucault’ya göre gerçek ve bedensel disiplinler, biçimsel ve hukuki
özgürlüklerin temelini meydana getirmişlerdir. Burada sözleşme hukuk ile siyasal
iktidarın ideal temeli olarak düşünülmesine karşın, panopticon tarzı baskı altına almanın
teknik usulünü meydana getirmekteydi ve toplumun hukuki yapılarını derinlemesine işlemeye ara vermeden devam etmekteydi. “Özgürlükleri keşfeden “Aydınlanma Çağı”,
disiplinleri de keşfetmiştir” diyor Foucault.
On sekizinci yüzyıl boyunca ekonomik bir rasyonelleştirmeyle birlikte siyasi
tekniklerin, iktidar tekniklerinin ve tahakküm tekniklerinin rasyonelleştirilmesi de
gerçekleşmiştir. Çok sıkı düğümlü, sürekli ve hiyerarşik gözetleme sistemleri olarak
disiplin, “siyasi teknolojinin büyük ve önemli bir keşfi”dir. Bu bağlamda, Foucault,
Batı’nın tarihinde, aşırı derecede rasyonel tahakküm sistemleri icat edilmiş olduğunu
söyler. Okulda, orduda, fabrikada bu aşırı rasyonel tahakküm sistemlerine dayalı bir
disiplin hüküm sürmektedir. Disiplinin hedefi bedeni daha fazla uysallaştıran süreçler
sayesinde bedenden en yüksek verimi almaktır.
Foucault için hapishanenin fabrikalara, okullara, kışlalara ve bunların hepsinin
de hapishaneye benzemesinde şaşılacak bir şey yoktur. Bu bağlamda, o, hapishane
takımadasının, hapishanenin cezai adalet içinde, cezalandırma usullerini ceza evi tekniği
haline dönüştürmesini toplumsal bünyenin tümüne taşıdığını ifade eder. Bu yeni iktidar
ekonomisiyle birlikte, onun temel aleti olan hapishane sistemi bir yasallık ve doğa,
hüküm ve anayasa ile normdan oluşan yeni bir “yasa” biçimini geçerli kılmaktadır.
Aslında ceza hukukunda yapılan reform, Foucault’ya göre, cezalandıran iktidarı
daha sistematik, daha etkili, daha kalıcı hale getirmek için hazırlanmış bir stratejidir. Bu
bağlamda söz konusu olan biyoiktidar, kapitalizmin bedenin üretim sürecine denetimli
bir şekilde girmesini ve nüfusun ekonomik süreçlere uygun kılınmasını gerektirdiği için,
kapitalizmin gelişmesinde vazgeçilmez bir unsurdur. Foucault’ya göre, biyoiktidarın
gelişmesinin bir sonucu, norm oyununun, hukuksal yasa sisteminin zararına kazandığı
önemdir. Buna göre, yasa, silahsız kalamaz ve en uygun silahı, ölümdür; kendisine karşı
çıkanlara, en azından son aşamada bu mutlak tehditle karşılık verir. Yasa, sürekli kutsal
adalet ile birlikte düşünülür. Ancak, yaşam sorumluluğunu yüklenmiş olan bir iktidar,
her zaman, düzenleyici ve düzeltici mekanizmalara ihtiyaç duyacaktır. Burada,
egemenlik alanında, ölümü öne sürmek değil, değer ve yararlılık alanında yaşam
dağıtmak söz konusudur. Foucault, yasanın gitgide daha fazla bir norm biçiminde
işlediğini ve adalet kurumunun işlevlerinin özellikle düzenleyici olan tıbbi, yönetimsel,
vs. bir aygıtlar evreniyle gittikçe daha çok bütünleştiğini belirtmek istediğini söyler.
Buna göre normalleştirici bir toplum, yaşamı merkez alan bir iktidar teknolojisinin
tarihsel sonudur.
Foucault’ya göre, kapitalist sistem suçluluğa karşı savaşma iddiasındadır.
Hapishane tarafından yaratılan suçlu manipüle edilebilir ve sürekli olarak ekonomik ve
siyasi bir baskıya maruz kaldığı için ona her zaman şantaj yapılabilir olduğundan sistem
için yararlıdır. Foucault, suça eğilimlilerin fahişeliği örgütlemek için en kolay
kullanılabilecek kişiler olduğunu söyler. Onlar, bu şekilde, pezevenk ya da ne olduğu
belli olmayan faşist siyasetçilerin maşaları olurlar. Bununla birlikte, kanlı tahakküm
kipiyle sömürgecilik, iyice düşünülmüş, kesinlikle istenmiş, bilinçli ve rasyonel bir
tekniktir. Foucault’ya göre, “aklın iktidarı kanlı bir iktidardır”.
Öte yandan, Foucault, kurucu özneden vazgeçerek, öznenin bizzat kendisinden
kurtulmanın, yani öznenin tarihsel bir örgü içerisinde kurulmasına açıklık getirebilecek
bir analize ulaşmanın gerektiğini söyler. Bu analiz de soykütüğüdür.
FULL TEXT (PDF):
- 16
186-188