ON THE PROBLEM OF CONTINGECY IN THE (RE)PRODUCTION OF URBAN SPACE
Journal Name:
- Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dergisi
Keywords (Original Language):
Author Name |
---|
Abstract (2. Language):
Urban space is socially produced. It is a product of a dialectical relationship
between the 'space as a locus of affairs' and the 'focus of agents'. This social
production of space is not realized autonomously. Space is structured, restructured,
produced, reproduced and transformed by the conscious and unconscious
efforts of the agents and by the mediation of all of these. The relationship
between structure and agency is a dialectical one. These are (re)determined and
(re)defined at different levels of the given social formation.
Despite the conscious activities, mediations and interventions of the agents, the
process of (re)production of urban space is to a certain extent open to contingencies.
Urban space is (re)produced through complex relations of determination.
Thus, any study on urban spatial patterns and state intervention into spatial
development cannot be conceived by utilizing a mono-causal and uni-directional
mode of reasoning.
In capitalism, the process of creating, reproducing and using space is full of
contradictions and tensions between capital and labor, between landed interests
and capitalist interests, between landed interests and labor, etc. In social formations
characterized by the articulation of non-capitalist modes of production with
capitalist mode, we may add the contradictions and tensions pertinent to these
articulated modes of productions and conflicts resulting from the confrontation
of all of these. But urban space is not (re)produced as direct results of these
contradictions, but on the basis of these contradictions.
If a dialectical relationship between structure and the agents is not specified at
all levels of analysis, whether it be global, regional or city level, the framework
will necessarily lead to functionalism. In addition, a point of view which does not
locate the sphere of class struggle, activities of the state, competition (organizational)
and conflicts within the frame of analysis will fall into functionalism and
in the final moment, will lead to capital-oriented explanations about urban
spatial outcomes.
The state's activity on space and its intervention into urban spatial (reproduction
is structurally limited by the economic level, that is, ensemble of the
articulations between productive forces and the relations of production and the
mode of accumulation. The state itself as a structure is not a repetition of the
economic level but a secondary moment of societal development.
However, the production of space is open to certain contingencies. These emerge
because of the complex determinations between structures and the agents in a
dialectical manner. Selections among the structurally limited alternatives may
produce different consequences. The contingency of outcomes emerges from the
necessary articulation of the contradictions defining the determining structure
and that of determined structures. This includes disparities, relations of
reproduction and non-reproduction, functionalities and dysfunctionalities.
There are some limits to this contingecy, that is, disparities between intended
actions of the agents on space and the spatial outcomes. Here the vital question
is which characteristics are reproduced in spatial reproduction.Neither the structural aspects of the spatial development, nor the transformative
capacity of human action can be neglected. However this transformative capacity
depends upon special circumstances. The 'relationship of reproduction or nonreproduction'
signifies the role of strategic decision-making among the structurally
limited range of alternatives. The contingency of outcomes depends upon
the selections made among the structurally possible alternatives, İn cases of
existence or non-existence of the mediation from the struggling social forces
within or outside the state apparatus or both.
At this point the very question is how to locate the strategic role of decisionmaking
processes within the determinations between structures and the agents.
In this effort, non-contingent aspects should be distinguished. Otherwise, the
framework will lead us to a pluralistic conception of the production of space,
conceptualizing the urban space as a sum of individual activities, preferences and
choices. At least, the relations of private ownership and possession prevailing on
and defining urban land are not contingent. For instance, the contradiction
between capitalist interests and landed interests is a source of contingency in
public decision-making processes. There are limits of contingency resulting from
reproductive or non-reproductive effects of the selection mechanisms.
For us, economic needs and socio-spatial phenomena are not related to each
other in a one-to-one correspondance, in accordance with any 'a priori functional
necessity'. To defeat this functionalism, it is necessary to distinguish the functional
and dysfunctional aspects and elements of this process which has an
uneven character.
There always exist differences and deviations between functionalities, intentions
and the consequences, between projects and actual world because of:
• the uneven development of capitalism and the resulting uneven organization
of capitalist production,
• the fixity of existing spatial structures and the resulting urban problems,
• the selection mechanisms affecting the state's activity in space,
• the class struggle mediating into directly or indirectly the (re)production of
space, not only in economic and political terms but also in ideological terms
as defining a meaning for urban space,
• the articulation of the social relations of capitalist mode of production with
that of descending non-capitalist mode of production, particularly with
respect to mode of utilization, creation and reproduction of space.
Bookmark/Search this post with
Abstract (Original Language):
Toplumsal olarak üretilen kentsel mekan ne yalnızca 'olayların geçtiği yer'
(locus) ne de yalnızca 'aktörlerin yöneldiği şey' (focus) olarak kavramsallaştırılabilir.
Tersine, kentsel mekan bu ikisi arasındaki diyalektik ilişkinin
ürünüdür. Diğer yandan, kentsel mekan ilişkilerin geliştiği bağlamı oluşturmaktadır.
Bu mekanın üretimi, herşeyden önce kent ile kır arasndaki
çelişkilerin toplumsal pratikler aracılığıyla korunması yoluyla olur. Yani bu
mekanın üretimi bağımsız biçimde gerçekleşmez. Aktörlerin, davranışsal birimlerin
bilinçli ve de bilinçli olmayan etkinlikleri ve müdahaleleriyle (yeniden)
yapılanmakta, (yeniden) üretilmekte ve dönüşmektedir. Yine burada yapı ve
aktörler/davranışsal birimler ilişkisi diyalektiktir ve karşılıklı belirlenmeleri
içerir. Örneğin, çokça sözü edilen makro-toplumsal belirlenmeler ile
'yörelerdeki (locality) mekansal sonuçlar' arasındaki ilişki düzgün doğrusal bir
ilişki olarak ele alınamaz. Bu belirlenme ilişkileri ile sonuçlar arasına düzgündoğrusal
ve tek-nedenli bir bağıntı saptamaya çalışan yaklaşımlarda ileri
sürülenlerin tersine, veri toplumsal oluşumun farklı düzeylerinde, yapılar ve
aktörler/davranışsal birimler sürekli bir belirlenme ve tanımlanma içindedir.
İlginçtir ki, bu tür nedenselliklerin, karmaşık toplumsal belirlenme ilişkilerinin
değişik tarihsel 'moment'lerinde geçerliliğinden sözedebilmek olanaklıdır.
örneğin, kentin mekansal gelişmesini, firma ya da bireylerin yer seçim
kararlarıyla açıklamaya çalışan yaklaşımların, yapısal olarak sınırlanmış
seçenekler arasından yapılmış seçimler olarak geçerliğinden söz edilebilir.
Ancak temel sorun, bu yaklaşımların mekansal gelişmeyi tümüyle bu düzeyde
yapılan seçimlerle açıklama iddialarından kaynaklanmaktadır. Benzer şekilde,
sermaye-bakış açısına sahip yaklaşımlar, kentin mekansal gelişmesini sermaye
birikiminin gereksinmeleri açısından fonksiyonel bir ilişki içinde açıklamaya
çalışmaktadır. Bu yaklaşımlar kentsel mekanın, birikim süreçleriyle tek yönlü
belirlenmesini esas almaktadırlar. Bu nedenle, ara mekanizmalar, süreçlere
müdahale eden güçlerin etkinlikleri, yeniden-üreten veya yeniden üretmeyen
devlet politikaları, hatta firmalar ve bireyler düzeyinde yer seçim kararları vb.,
konular gözardı edilmektedir.
Mekansal biçimlerin sermaye birikim süreçleri açısından tümüyle işlevsel
olduğunu ileri sürmek zordur. Kentsel mekanın (yeniden) üretiminde
davranışsal birimlerin/aktörlerin bilinçli etkinliklerine ve müdahalelerine karşın
kentsel mekanın üretimi ve yeniden üretimi 'rastlantısallıklara' (contingency)
açıktır. Ancak bu rastlantısallıklar belirlenmelerin sınırlamaları altında
karşımıza çıkarlar. Doğrudan mekana yönelik olmayan stratejiler, bizzat devlet
politikalarına müdahale etmeye yönelik etkinlikler, mekansal biçimlerin ve
dokuların üretiminde doğrudan olmayan etkiler yaratırlar. Bu etkiler aynı
zamanda, kent mekanına çıkarlar çerçevesinde yaklaşan taraflar açısından beklenmedik
ve istenmeyen sonuçların ortaya çıkışına zemin hazırlarlar. Kuşkusuz,
kentsel mekanın nasıl üretildiğine ve devletin bu mekansal gelişmeye
müdahalelerine ilişkin bir çalışma, tek-nedenli ve tek-yönlü bir gerekçelendirme
ile ele alınamaz. Gerçekte problem, tarihsel bağlamda, nedenselliklerin
düzenini, yani karmaşık belirlenme ilişkilerini ortaya çıkarmaktır (1). Bu ise
yapılar ve davranışsal birimler/aktörler arasındaki diyalektik ilişkinin somut
olarak incelenmesiyle gerçekleştirilebilir. Bu çerçevede, temel soru, insanın iradi
etkinliğinin yapısal dinamikler içinde nasıl kavramsallaştınlacağıdır (2).
Herşeyden önce, birincinin gözardı edilmesi, bilginin sistematik hale gelememesi
sorununu içeren 'ampirizme' yol açacaktır.
Sonuçta, toplumsal gelişme insan aktörünün ayrıcalıklığına indirgenmektedir.
Diğer yandan, yapılara yapılan aşırı vurgu da, bizleri tarihi, yapıların bir açılımı
olarak kavramaya itecektir. Bu çerçevede, İnsan aktörü yapılar içinde temsil
edilmekte ve çözümleme düzeyinde öncmsizleştirilmektedir. Bu noktada
karşımıza çıkan bir soru da, insan aktörünün özgüllüğü ve bunun sınırlarının
neler olduğu ve yapıların insan eylemini ne ölçüde sınırlamakta olduğudur.
Kuşkusuz davranışsal birimlerin/aktörlerin etkinlikleri, hiyerarşinin alt
noktaları olarak -yani 'merkezin' (core) yapısal özellikleri tepede, 'çevreye'
(periphery) Özgü eylem ve insan faktörü en aşağıda- kavranamaz. Kentsel mekan
hem olaylarn geçtiği yer olması hem de bu güçlerin ilgi odağı olması
özelliklerinin diyalektiğinde üretilmektedir. Bu şu anlama gelmektedir: Kentsel
mekanı tanımlayan ve bu mekana yönelen toplumsal güçler, klasik kentsel
düşüncede yer alan yaklaşımların yaptığı gibi mekansal biçimler arasındaki
ilişkiler olarak 'şeylcştirüemez' (reifîcadon) (3). Kuşkusuz, bu biçimlerin,
toplumsal ilişkiler üzerinde fiziksel anlamda etkileri olacaktır; en azından geçici
bir süre için de olsa sağlamlıkları ve kalıcılıkları nedeniyle. Burada sosyo-mekansal
gerçeklik kapitalizmin toplumsal ilişkilerinin hem ürünü hem de (yeniden)
üreteni ya da (yeniden) üretmeyenidir. Ancak bu ilişki, birebir bir bağdaşma
olarak kavramsallaştırılamaz. Örneğin, kentsel biçimin bir öğesi olan yapılı
çevre, başat üretim ilişkilerinin hem ürünü hem de bu ilişkilerin geliştiği
'bağlamı' oluşturur. Buna karşın, buradan yapılı çevrenin daima ve bütünüyle
kapitalist sistemin gereksinmeleri açısından işlevsel (fonksiyonel) olduğu anlamı
çıkarılmamalıdır. Mekandaki bu 'süreklilikler' ve 'kalıcılıklar', yalnızca bizlerin
günlük yaşamlarında belirli etkiler yaratmakla ve sınırlamalar getirmekle kalmazlar,
kimi zaman da, sistemin ayakta kalmasının zorunlulukları üzerinde de
olumsuz etkiler yaratırlar. Diğer yandan, bu süreklilik ve kalıcılıklar, fiziksel
özelliklerinin ötesinde, bu biçimleri ve dokuları idealize eden kentsel hareketlerin
müdahaleleriyle de yeniden üretilmekte ve sağlamlaşmaktadır (Örneğin,
çevrecilik, tarihsel çevre korumacılığı gibi).
Kapitalist kent kapitalist üretim tarzının çelişki ve gerilimlerinin ve de bunların
karşı karşıya gelişlerinin yarattığı çatışmaların mekansal örgütlenmesidir.
Bunların yanısıra, kapitalist ve kapitalist olmayan üretim tarzlarının eklemlenmiş
bir yapıda birlikte var oldukları toplumsal formasyonlarda kentlerin mekansal
örgütlenmesinde geçmiş üretim tarzını niteleyen çelişki ve gerilimlerin
etkileri görülebilecektir. Metropoliten kentler, bu tanımlamaya ek olarak
kapitalizmin dünya ölçeğinde (yeniden) örgütlenmesinin ve (yeniden)
yapılanmasının 'stratejik' noktalarıdır. Ancak 'yeniden yapılanma sorunsalı',
kapitalizmin/emperyalizmin kriz ve çelişkileri (yani yapısal antagonizmaları),
emek ile sermaye arasındaki mücadele (yani sınıf çelişkileri) üzerine temellcndirilmelidir.
Somut olarak açıklanırsa, yeniden yapılanma yalnızca gelişmiş
kapitalist ekonomilerdeki sermayenin gereksinmelerinin sonucu olarak ortaya
çıkmaz, aynı zamanda üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki ilişkinin,
sermaye ile emek arasındaki açık ya da örtük çatışmaların dinamikleri ve bütün
bunlar arasındaki belirlenme ilişkilerinin dinamikleriyle gerçekleşir. Ancak bu
tür bir çerçeve içinde, yapısal ile araçsal, 'global' ile 'yerel' analiz düzeyleri
arasında dikotomik bir ayrıma izin verilmemelidir (4). Dünya Sistemi
Kuramından hareket eden kent ekonomi politikçilerin yaptığı gibi, dünya
ölçeğinde üretimin yeniden yapılanmasının ve bunun yörelerdeki kenl-içi
mekansal iş bölümü, kentleşme süreçleri açısından sonuçları üzerine aşırı vurgu
yapılması, indirgemeci ve tek yönlü bir çözümleme tarzına yol açmaktadır. Bu
çözümleme tarzı, her ne kadar, kent mekanının yeniden yapılanmasında devletin
rolünü gözardı etmiyorsa da ulus devletlerini, temel özelliği uluslararası iş
bölümü olan dünya ekonomisinin yeniden yapılanmasında, bütünleşmenin
gerçeklemesinden sorumlu birimleri olarak ele almaktadır (Kafkalas, 1987). Bu
yüzden, bu görüş en sonunda kentsel mekanın üretiminde devletin rolüne ilişkin
sermaye-yönelimli ve işlevsel açıklamalara varmaktadır (Massey, 1984; Scott,
1988). Kuşkusuz coğrafiksonuçlar yalnızca sermayenin hareketi ile açıklanamazlar.
Sermaye ile emek arasındaki çelişkiye dayanan ilişkinin sonuçlarını esas alma gereği
vardır.
Chicago Okulu Sosyolojisi içinde yer alan yaklaşımlarda, firma ve birey
düzeyinde karar vermenin önceliğinden hareket eden yaklaşımlar ile diğer
coğrafya perspektiflerinde, politik düzeyin ve devletin, kentsel mekanın
gelişmesindeki rolü gözardı edilmekte ve kent, özerk-bağımsız bir gerçeklik
olarak kavranmaktadır. Burada, kuşkusuz politik düzeyin önceliğini ileri
sürmüyoruz. Ancak, herhangi bir çalışmada, yapı ve insan etkinliği, davranışsal
birimlerin/aktörlerin eylemleri arasındaki, ekonomik yapı ile diğer yapılar
arasındaki ilişkiler dikkate alınmadığı koşulda, çerçeve ister istemez ya
'ekonomizm'e ya da 'Webercilige' varacaktır. Burada birincisi devleti, ekonomik
egemenlik ilişkilerinin 'gölge-olgusu' (epiphenomena) olarak görürken, ikincisi
bunu Weber'in 'rasyonel bürokratikleşme süreci' ile belirlenen özerk bir
bütünlük olarak ele almaktadır. Weber'in sosyolojisinden hareket eden 'kent
yönetimciliği* yaklaşımı (Pahl, 1975), her ne kadar kentsel düşünceye güç-iktidar
ilişkileri gibi politik kavramları sokmuşsa da, kenti yine klasik kentsel
düşüncedeki gibi bağımsız bir olgu olarak ele almıştır. Marksist yaklaşım ise
kentsel sorun üzerine genel ve kapsamlı bir bakış açısı geliştirmiştir. Kent, sınıf
mücadeleleri, devlet, yeniden-üretim, sermaye birikimi, eşitsiz gelişme gibi
kavramların devreye sokulduğu bir çerçevede ele alınmaktadır.
Weberci görüş devletin kent mekanına müdahalelerini bağımsız bir değişken
olarak ele alırken Marksist görüş, sorunu daha geniş bir bağlama yerleştirmiş ve
kentsel olan ile politik olan arasındaki ilişkiyi ekonomik düzeyin
öndeliğine/belirleyiciliğine dayandırmıştır. Buna karşın, kentsel sorun üzerine
eğilen Marksist yaklaşımlar oldukça dağınık olup çoğunlukla işlevselcilik sorunu
ile karşı karşıyadırlar -özellikle de ekonomi politik yaklaşım örneğinde. Dünya
Sistemi Kuramından hareket eden ekonomi-politik yaklaşımlar ile bunların
etkilediği, kentsel sorun üzerine eğilen Marksist yaklaşımlar, daha çok
yörelerdeki kent-içi mekansal iş bölümü ile devletin mekandaki etkinliğinin
makro-düzey belirleyicileri üzerine yoğunlaşmaktadır (Castells, 1983,1984;
Chase-Dunn, 1984; Hill, 1984; Kentor, 1985; Sasen-Koob, 1984; Smith and Judd,
1984). Her ne kadar kenti bağımsız bir yapı olarak reddetseler de, bu
yaklaşımlarda 'yapısal' ile 'araçsal' olan, 'global' ile yerel olan arasındaki ilişkiyi
tek yönlü ve 'determinist' biçimde kuramlaştırma eğilimi bulunmaktadır. Bu
çerçevede dünya ölçeğinde yeniden yapılanmanın başlıca 'davranışsal birimi',
uluslararası sermaye olmaktadır. Yaklaşımlarda temel eğilim sermayenin dünya
üzerindeki hareketinin 'gelişmiş' ya da 'az gelişmiş' ülkelerdeki kentleşme
süreçleri açısından sonuçlarının incelenmesi olmuştur. Devletin etkinliği ya da
politik düzeyin önemi ikincil duruma itilmektedir. Makro yapısal belirleyiciler
ile araçsal olan, 'global' ile yerel olan arasındaki ilişki 'statik' biçimde
kavranmaktadır. Bu makro yapısal belirleyiciler arkasındaki 'itici güçler'
sorgulanmamaktadır. Bu belirleyiciler 'dünya sisteminin bütün zamanları kapsayan
bir özelliği' olarak kavranmaktadır.
Klasik kentsel düşünce, Dünya Sistemi Kuramı'ndan hareket eden kent ekonomi
politikçileri, sermaye-yönelimli yaklaşımlar, kollektif tüketim kuramları (Castells,
1977,1978; Dunleavy, 1980; Preteceille, 1977), kentsel sorun üzerine
yoğunlaşan 'yapısalcı' Marksistler, Weberci görüşü izleyen yönetimci yaklaşım,
kendi içinde bir dizi belirlenme ilişkisini kapsayan kentsel mekanın yeniden
üretimi sürecinin, bir dönem için geçerli olan ya da olmuş özgül bir yönünü ya
da bir evresinin/momentinin özelliklerini, tüm zamanlan kapsayacak biçimde
genelleştirmiş ve kuramlaştırmalardır (5). Bu çalışmalarda, özel bir alana ilişkin
tezler tüm süreci açıklayan ve her şeyi kapsayan bir tez durumuna yükseltilmektedir.
Bunlardan bir bölümü kentsel mekanı 'olayların geçtiği yer' olarak kavrarken,
diğerleri kentsel mekanı, yalnızca çıkarların 'yöneldiği şey' olarak ele
almışlardır. Bu tür dikotomik ayrımların yıkılabilmesi, yapılar ve davranışsal
birimler/aktörler arasındaki karmaşık 'belirlenme ilişkilerinin' çıkarılmasını
zorunlu kılmaktadır. Tersi durumda 'tek-yönlü ve tek-merkezli' nedensellikler
bizleri işlevselciliğe götürecektir. Burada, işlevselcilik iki şekilde ortaya
çıkmaktadır; bir yanda, bütün mekansal biçimlerin genel süreçlere ilişkin yapısal
kategorilerle açıklanması, diğer yanda, bütün toplumsal gerçeğin, kentsel mekan
etrafında oluşan çıkarlarla açıklanması. Yapılar-davranışsal birimler arasındaki
diyalektik ilişki, bütün çözümleme düzeylerinde (global, bölgesel ya da kent
düzeyinde) tanımlanmadığı ve belirlenemediği sürece işlevselcilik kaçınılmazdır.
Diğer yandan, politik mücadele alanını, devletin etkinliklerini, (örgütsel)
rekabet ve çatışmaları (politik, bireylerarası vb.) çözümleme çerçevesinde
yerleştirmeyen bir anlayış işlevselciliğe düşecek ve en sonunda mekansal
sonuçları tümüyle sermayeye dayanarak açıklama noktasına varacaktır. Burada
temel sorun, kentin mekansal gelişmesinde, devletin rolünü gözardı etmek
sorunu ile sınırlı değildir. Sorun daha çok devletin bu süreçle nasıl
ilişkilendirileceğidir. Kuşkusuz, devlet toplumsal gelişmenin bağımsız bir
'moment'i olmayıp tersine ikincil bir 'moment'idir. Yani, devletin mekandaki
etkinliği ve eylemi, kent mekanının (yeniden) üretimine müdahalesi, ekonomik
düzey tarafından yapısal olarak sınırlanmaktadır. Ancak, devlet her ne kadar
ikincil ve bağımlı bir 'moment' olsa da ekonomik düzeyin bir tekrarı da değildir.
Farklı bir yapı olarak devletin kendi içinde ekonomik düzeyi tanımlayan
çelişkilere tabi durumda olan iç çelişkileri bulunmaktadır: Örneğin 'meşruiyet
ve birikim' arasındaki karşıtlıkta doğan çelişkiler (Habermas, 1973; O'Connor,
1973). Düzenin sağlanması, devlet aygıtı içinde ve dışındaki davranışsal birimlerin
problem çözmeye yönelik etkinliklerine bağlıdır. Devletin genel çerçevesi,
iç örgütlenmesi, kamu yönetiminin kuralları, yerel yönetimlerin yaptıkları
seçmeleri sınırlayan yapısal belirleyiciler olarak karşımıza çıkarlar. Devlet, çoklu
belirlenmeler sistemi içinde anarşik biçimde (yeniden) üretilen kentsel mekana
müdahale etmektedir. Mekanın üretimi ister dünya ölçeğinde isterse kent
düzeyinde olsun kuşkusuz 'rastlantısallıklan' içermektedir. Ancak bu, mekanın
üretiminin hiç bir şekilde kuramlaştırılamayacağı anlamına gelmemektedir.
İşlevselci çözümlemelere karşı, kentsel mekanın üretimi sürecinde rastlantısallıklardan
söz ederken, diğer yandan da 'bilinemezciliğe' (agnosticism) ve mekan
fetişizmine düşme tehlikesi bulunmaktadır. Buradaki rastlantısallıklar ve
anarşik gelişme, yapılar ile eylemler arasındaki diyalektik ilişkiden (Gottdiener,
1985) ve de farklı yapıları tanımlayan çelişkilerin eklemlenmelerinden
kaynaklanmaktadır. Bunlar ayrılıkları, farklılaşmaları, yeniden üretim ve
yeniden üretmeme ve fonksiyonel-oluş ya da olmayışları içerir .Yapısal olarak
sınırlanan seçenekler arasından yapılan seçimler, bu seçimler başat üretim
ilişkilerinin yeniden üretimine yönelik olsalar bile kuşkusuz farklı sonuçları
doğurabilecektir. Diğer yandan, rastlantısallıklar, mevcut yapılara karşı yönde
hareket eden tarihsel aktörlerin, sınıfların süreçlere müdahalelerinin etkileri
olarak da ortaya çıkabilir.
Bu açıklamalara karşın, rastlantısallığın, yani, mekansal biçimler ile davranışsal
birimlerin / aktörlerin isteyerek gerçekleştirdikleri etkinlikleri ile mekansal
sonuçlar arasındaki kopuklukların, farklılaşmaların, belirli bir sınırı bulunmaktadır.
Bu çerçevede, mekanın (yeniden) üretiminde hangi özelliklerin
yeniden üretildiği sorusu önem kazanmaktadır. Bilindiği gibi, Marksist
'yapısalcılar', kentsel mekanın yapılanmış (structured) niteliğini, yani rastlantısal
olarak örgütlenmediğini vurgulamışlardır (Castells, 1978). Mekanın bu biçimde
kavranışı, 'yapısalcı' devlet görüşü ile birlikte ele alındığında, kapitalist üretim
ilişkilerinin yeniden üretiminde, bir biçim olarak kentsel mekana tümüyle işlevsellik
atfetmeye varmaktadır. Bu tür bir işlevselcilik ile devlet politikaları için
başından varsayılan 'ussallık', hiç bir şekilde, devletin kentsel gelişmeye
müdahalesinin özgün niteliklerini incelemeye olanak sağlamamaktadır. Devletin
müdahalesi ya da müdahale etmeyişi, bu müdahalenin biçiminin ve
zamanlamasının, krizlerin çözümünü ne denli belirlediği, devletin müdahalelerinin
kurumsallaşmış biçimlerinin (örneğin planlama) krizden çıkış konusunda
kimi zaman nasıl darboğazlar yaratabildiği gibi konular zorunlu olarak analiz
çerçevesinin dışına atılmaktadır.
Kuşkusuz, ne kentsel gelişmenin yapısal özellikleri ne de insan eyleminin
dönüştürücü yönlerinin önemi reddedilebilir. Buna karşın, dönüştürme yeteneği
özgül koşullara bağlıdır. Davranışsal birimler, olayların normal akışı içinde birer
seçme mekanizmaları, aracılık eden faktörler olarak karşımıza çıkarlar ve bir
anlamda bu özellikleriyle 'kriz' oluşumuna katkı koyabilirler. Bunların,
'kararlılıkları' ve 'dirençleri', mevcut yapıları ne denli dönüştürebileceklerini ya
da koruyabileceklerini belirler. Ekonomik düzeyin belirleyiciliği ise 'yapısal
sınırlama' olarak adlandırılan belirlenme tarzıyla tanımlanmaktadır. Bu ilişkide
ters yönde belirlenme ilişkisi, yeniden üretim /yeniden üretmeme, aracılık etme
şeklinde ortaya çıkmaktadır. Yeniden üretim, bir yapının sürekliliğinin sağlanması,
dengelenmesi ve güçlendirilmesini anlatırken, yeniden-üretmeme ise mevcut,
hüküm süren yapılara karşı işleyen süreçleri içerir. Diğer yandan, aracılık etme,
davranışsal birimlerin belirlenme ilişkilerine müdahalelerini içerir. Bunların mevcut
yapıları dönüştürme ya da dengeleme, koruma yetenekleri, bu belirlenme tarzı yoluyla gelişir. Yeniden-üretme/yeniden-üretmeme ilişkisi, yapısal olarak
sınırlanan seçenekler yelpazesi içinde stratejik karar vermenin önemini gösterir.
Bu yüzden, ortaya çıkan sonuçların rastlantısallığı yapısal olarak olanaklı
seçenekler arasında yapılan seçimlerden kaynaklanabilir. Stratejik karar vermenin,
devletin içinde ya da dışında (ya da birlikte) mücadele eden toplumsal
güçlerin, sınıfların müdahalelerinin 'varlığı' ya da 'yokluğu' koşullarında
sonuçlan şüphesiz farklı olacaktır. Bu nedenle, mekansal sonuçlar yalnızca
kaynakların dağıtımı sürecindeki yanlışlıklar ve yetersizliklerle açıklanamaz.
Burada, bu yanlışlık ve yetersizliklerin verili koşullardaki önemini
yadsı mama ktay iz. Ancak kentsel gelişmenin, özel sektörün yapılı çevredeki
yatırım kararları ile kamu sektörünün kaynakların dağılımına ilişkin siyasi
kararlarınn birleşimi olduğu biçimindeki görüşün ötesine geçme gereği vardır.
Sözü edilen anlamda, kentsel mekanın üretimindeki kimi rastlantısallıklar ve
anarşik gelişme eğilimleri, bir yandan kapitalizmin eşitsiz gelişmesinden, diğer
yandan da, yapısal olarak olanaklı seçenekler ile davranışsal birimlerin somut
seçimleri arasındaki farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Sonuçlar, yapısal
olanakların sınırları içinde farklı davranış kalıpları ile ortaya çıkar. Bu sonuçların
önceden ancak genel özelliklerini kestirmek olanaklıdır (6). Burada yeni yapısal
olanakların üretimi ise, davranışsal birimlerin/aktörlerin kentsel mekanın
üretiminde ortaya çıkan krizleri çözme konusundaki yeteneklerine ve çabalarına
bağlıdır. Bu yüzden yeni mülkiyet biçimleri, konut arzı biçimleri, yeni arsa
üretimi biçimleri, vb., yapısal bir formülün önceden bilinen sonuçları olarak değil
de, kentsel mekanın üretiminde ortaya çıkan krizlere bulunan 'pratik' çözümler
olarak karşımıza çıkarlar. Ancak, Lefebvre'i (1973) izleyerek, temelde her
toplumsal sistem ayakta durabilmek için kendine özgü bir mekan üretimini
gerçekleştirmek durumundadır. Bir başka deyişle her toplumsal sistem kendine
özgü bir mekanın üretimi ile birlikte varolur.Toplumsal ilişkilerinin topyekün üretimi için kentsel mekanın yeniden
üretiminin stratejik önemi yadsınamaz. Kuşkusuz, kapitalist gelişme açısından,
işlevsel mckansal biçimlerin yaratılması zorunludur. Ancak, istekler ile
sonuçlar, projeler ile gerçek dünya arasında daima farklılıklar ve sapmalar
olacaktır (7). Bunun nedenleri şu başlıklar altında Özetlenebilir:
• kapitalizmin eşitsiz gelişimi ve bundan kaynaklanan, üretimin eşitsiz
örgütlenişi,
• sermaye ile özellikle kentsel rant arasındaki kritik ilişkinin, sermaye açısından
işlevsel olmayan sonuçları,
• mevcut mekansal dokuların ve yapıların kalıcılığı ve bundan kaynaklanan
kentsel problemler (örneğin, yığılmanın getirdiği maliyetler; hava kirliliği,
trafik sorunları, kent içi mekan kıtlığı, aşırı yığılmanın toplum yaşamında
yarattığı problemler, vb.),
• devletin mekandaki etkinliğini sağlayan seçme mekanizmaları,
• kentsel mekanın üretimine yalnızca ekonomik ve politik düzeyde değil aynı
zamanda ideolojik düzeyde de farklı bir anlam yükleyen politik etkinliğin
varlığı ve bu sürece doğrudan ya da doğrudan olmayan biçimde karışan sınıf
mücadelesinin varlığı,
• kapitalist üretim tarzının, eski üretim tarzına özgü toplumsal ilişkiler ile
eklemlenişi (özellikle, mekanın yeniden üretimi kapsamında) (8).
Kapitalizmde, mekana ilişkin başat ideoloji, mekanı özel mülkiyet ilişkileriyle
şekillenen ekonomik bir biçime, yani toprağa (land) indirger. Bu aynı zamanda,
toplumsal olarak üretilmiş mekanın, ekonomik ve ekonomik olmayan
kavranışları arasında sonsuz bir çatışmanın olduğuna işaret eder. Mekanın
buradaki ekonomik parametrelerinin (yani bir yapı oluşturmakta) ekonomik
olmayan (yani karşı-yapılar) üzerinde egemenliği söz konusudur. Ekonomi politik yaklaşımlarda ana ilgi, kent mekanının ekonomik yönleri üzerinedir.
Daha önce üretilmiş olan mekanın, davranışsal birimlerin etkinlikleri ve
toplumun yapısal özellikleri üzerindeki ters etkileri (yani yeniden-ürelen ya da
üretmeyen) öncmscnmemcktedir. Bu tür bir determinizm, bütün görüngüsel
biçimlerin, daima var olan, ekonomik düzeyde soyutlanan yapısal nitelikler
açısından fonksiyonel olan, tutarlı ve düzenli bütünlükler olarak kavranmasına
varır. Bu nedenle, bu yaklaşım kentsel mekanın üretiminde devletin rolünün
gözardı edilmesiyle, ya da devletin tümüyle rasyonel ilkelere göre çok iyi işleyen
ve her şeye kadir bir bütünlük olarak görülmesiyle sonuçlanır. Daha önce
üretilmiş mekansal biçimlerin (ulusal, bölgesel, kentsel ya da 'global') ekonomik
süreçler ve aktörlerin mekan-davranışsal kalıpları üzerinde ters etkileri
olacaktır. Bunlar yeniden-üretme kadar yeniden-üretmeme etkilerine de sahiptir.
Mekanın (yeniden) üretiminde devletin rolü, doğrudan ve doğrudan-olmayan
etkinlikler olarak karşımıza çıkmaktadır. Devletin her eylemi/etkinliği ya da/vc
eylemsizliği belli bir mekansal bağlamı gösterdiğinden, mekansal-olmayan devlet
politikalarının (devletin farklı düzeylerindeki) dolaylı biçimde aktörlerin
mekan-davranışsal kalıpları üzerinde etkileri olacaktır. Diğer yandan, devletin
mekandaki doğrudan etkinliği farklı kanallarda ve mekan üretiminin farklı
hiyerarşik düzeylerinde gerçekleşir (uluslararası, ulusal, bölgesel, kentsel gibi).
Bunun nedeni, devlet aygıtının düzeylerinin ve dallarının farklı 'polilikleşme' ve
'kurumsallaşma' düzeylerine sahip olmasıdır. Devlet aygıtını yekpare bir
bütünlük olarak görmeyen bir yaklaşım ile ancak kentsel mekanın üretimindeki
kimi rastlantısallıkları açıklama olanağı bulunabilir. Buna karşın, devletin
mekandaki etkinliği ekonomik yapıya ait çelişkilerin, devlet aygıtı içindeki alt
düzey çelişkiler üzerindeki üstünlüğü ve belirleyiciliği temelinde gerçekleşir.
Burada yapısal olarak olanaklı alternatif mekansal biçimlerin varlığı
varsayılmaktadır. Devlet bunların yaratılmasında yeniden-üreten ya da yenidenüretmeyen
etkiler doğuracak politikalar seçebilir. Ve hatla bu seçimler geriye
dönülemez süreçler ortaya çıkarabilir. Kat mülkiyeti örneği önemlidir. Bu
kurum, Türkiye'de, kentsel mekanın yeniden üretiminde yaşanan bir krizin ve
bunun sermaye birikim süreçlerinde yarattığı sorunların çözümü olarak ortaya
çıkmıştır. Ancak, burada aynı işlevsel biçimin sermaye birikimi açısından daha
sonra nasıl ve niçin işlevsel olmayan bir kurum haline geldiğini açıklamak
durumundayız (9). Bu ise, birikim rejiminin mekansal kapsamını ya da mekanla
ilişkili yönünü araştırmaktır. Bu çerçevede şu sorular sorulabilir:
• Bu mekansal biçimler krizlerin ortaya çıkmasına veya çözülmesine katkı
koymakta mıdır?
• Örneğin sermaye birikimi sürecinde bir kriz yaşanmayıp ancak mekanın
üretiminde bir kriz yaşanıyor olduğunda ne olmaktadır?
• Bu aynı zamanda birikim rejiminin krizi midir?
• Sermaye birikim süreçlerinin mekansal kapsamı nedir?
Çok açıktır ki, kentsel mekana yalnızca olayların geçtiği yer olarak yaklaşan
görüşler, mekansal kapsamı olmayan bir söylemle ortaya çıkardıkları nitelikleri,
mekanda yeniden keşfetmeye çalışacaklardır. Bu yüzden, bu görüşün en iyi
durumda varabileceği yer, üretim birimlerinin yer seçimi kararlarının
araştırılması olacaktır. Ancak, 'olayların geçtiği yer / çıkarların yöneldiği şey
diyalektiği', mekanın, toplumsal ilişkilerinin topyekun yeniden üretimindeki
önemli ve can alıcı rolünü varsaymaktadır. Diğer yandan, her toplumsal
etkinliğin varolabilmesi bir mekan gerektirir. Bir başka deyişle her toplumsal
etkinliğin mekansal bir bağlamı vardır. Kentsel mekana ilişkin tartışmada,
toplumsal ilişkilerin mekansal bağlamdan bağımsız kavramsallaştırılmasınm
yarattığı kuramsal sorunları aşma sorunu ile karşı karşıyayız. Bunların yanısıra,sözü edilen diyalektik ilişkide, yapısal çerçeve ile davranışsal birimlerin/
aktörlerin etkinlikleri (yapısal çerçeve düzeyinde tanımlanmış olsa bile)
arasında sürekli ve bitmek tükenmek bilmeyen bir etkileşim vardır. Yapısal
olarak sınırlanmış alternatifler arasında davranışsal birimlerin eylemlerinin
mekansal sonuçlan ve bu şekilde ortaya çıkan süreçler, yeni yapısal bütünlüklerin
ortaya çıkışını hazırlarlar. Ancak, iradi öğeler bu sınırlar İçinde mekansal
sonuçları belirler. Özellikle kriz koşullarında bu belirleme doğrudan ve başat
hale gelir. Örneğin 1950'li yıllarda İstanbul'un sermayenin 'değer yitirimine'
(devalorizatiori) yol açan etkileri otomatik biçimde ortadan kalkmamıştır. Tersine
bu etkiler iradi öğelerin etkin biçimde devreye girişi ile ortadan
kal din lab ilm iş tir. Ancak, krizin devletin etkin müdahaleleri ile çözülmesi
koşulunda bile kriz-öncesi koşullara dönüş sözkonusu değildir.
Bu açıdan, mekanın yeniden üretiminde ortaya çıkan krizin içeriği tarihsel
anlamda farklılaşmaları ortaya çıkarır. Örneğin, İstanbul'da SO'li yıllarda 'inşaat'
alanındaki sermayenin, büyük gayrimenkul çıkarlar ile işbirliği sonucunda sermayenin
gayrimenkul alanındaki spekülatif girişimleri yakın gelecekte ortaya
çıkabilecek bir krizin mekansal niteliklerini belirleyecektir. Bu çerçevede,
mekansal gelişmede krizler, sermayenin hareketindeki 'mekansal sınırlamalar
sorunu' ile sınırlı olmayacaktır. Bu nedenle, sermaye birikiminde krizler, daha
önce görülmemiş biçimde daha çok mekansal bileşenleri içerecektir. Ancak
burada krizden çıkışa ilikin 'yapısal bir formül' bulunmamaktadır. Diğer yandan,
bu aşamada belli mekansal biçimlere ve dokulara sonu gelmeyen bir işlevsellik
atfetmenin kuşkusuz politik açıdan son derece sakıncaları olacaktır. Çünkü bu
biçimler, fiziksel özelliklerinin ötesinde toplumun ekonomik ve ekonomik olmayan
ilişkilerinin çatışmaları da içeren karşılıklı etkileşimi ile- yeniden
üretilmektedir. Bu süreçler yoluyla, bu biçimler ve dokular belirli ölçüde
kalıcılık ve denge kazanırlar. İşte bu da sermaye birikim süreçleri üzerinde
kısıtlayıcı etkiler yaratır.
FULL TEXT (PDF):
- 1-2
91-102